3 Eylül 2010 Cuma

Program No : 10 Yayın Tarihi - 02 Eylul Perşembe

Bu hafta Toplumsal Konular çeken fotoğrafçının amacı ne olabilir konusu üzerinde konuştuk.

Kameralar az bir şey küçülünce fotoğrafçılar sokaklara çıkıp dolaşmaya başladılar. Önceleri ürkek ve dışarıdan bakarak çektikleri fotoğraflar edebiyatın ve resmin temalarını tekrarlıyor, doğanın yüceltildiği sahneleri canlandırıyordu. Portreler ise resmin geleneğinden esinle insan ruhuna nüfuz etmeye çalışıyordu. Fotoğrafçılık ince bir iş, fiziğinden kimyasına kadar zanaatlı bir uğraştı. Bir vakitler kendi boyasını hazırlayan, tuvalini kendi geren ressamlar gibi, fotoğrafçılar da kendi emülsiyonunu döküp kendi banyosunu hazırlardı.


Fotoğrafçıların bir bölümü stüdyosunda bekler, onu seçerek gelenlerin fotoğrafını çekerdi, bir bölümü ise sokaklarda dolaşır, kendi seçtiklerinin fotoğrafını çekerdi. Fotoğrafçının verdiği karar sonucunda hiç beklemedikleri bir anda fotoğrafa kaydedilmek durumunda kalanlar bu gün olduğu gibi o günlerde de tam olarak neye maruz kaldıkları ve akıbetlerinin ne olacağı konusunda pek fazla bilgiye sahip değillerdi.


Artık ziyadesiyle günlük bir uğraş haline geldi fotoğraf.  Sayıları ve çeşitleri giderek artan görüntü kaydedici cihazlar ortalığa saçıldı. Pek çok fotoğrafçı, hayatlara tanık olmak gayretiyle giderek daha yakından, daha pornografik, daha teşhirci görüntüler yaratma imkânı buldu.
Fotoğraf makinelerinin herkes tarafından kullanılacak kıvama geldiği günden itibaren büyük bir pazar doğmuştu. Sadece kamera ve filmlerin alınıp satılmasıyla değil, aynı zamanda çoğaltılabilen fotografik görüntülerin de alınıp satılmasıyla doğan bu pazar günümüzde sanal ve gerçek her ortam için mal durumunda artık. Dolaşıma giren görüntülerin karşılığında kimi zaman para ödeniyor kimi zaman başka şeyler. Bu alandan karnını doyurmaya çalışan da var namını yürütmeye çalışan da. Kurallarını kendi yaratan, değişim değerlerini kendi belirleyen yepyeni bir piyasa, yani görüntüler pazarı fotoğrafın yaygınlaşmasına paralel olarak serpilip büyüyor.


Zaman içinde bizim gibi sıradan insanların hayatlarındaki özel anlar, saklı durumlar, şahsi acılar da tıpkı toplumsal problemler gibi, herkese gösterilmesi gereken bir sahne, herkesin ilgisini çekeceği varsayılan bir seyirlik haline geldi. Bu seyirlik sadece para için değil, kimi zaman iltifat alabilmek için de sergileniyor. Fotoğrafçılar, kamusal alanın röntgencisi oldukları kadar özel olanın da röntgencisi durumunda.


Fotoğraflar, engel tanımadan her zerreye nüfuz edebilen ve üstüne ışık düşen her şeyi görünür kılan çağın tuhaf bir icadı artık. Hayatlara, özellikle kentli orta sınıflara ilginç gelen başka hayatlara merak ve iştahla bakan, gördüğünü fotoğraflayıp hemen gösteren yorulmak bilmez, iflah olmaz birer zamane gözcüsü fotoğrafçılar artık.


İcat edildiği ilk zamanlarda gördüğünü doğrudan gösteren, inandırıcılığı yüksek bir kanıt sayılan fotoğraf, güvenilirliğini her ne kadar yitirmiş olsa da, hâlâ dinmez bir merakın az çok giderilme aracı.


Hâlbuki fotoğraftan önceki zamanlarda gözün gördüğü ne varsa dile dökülür, kulaktan kulağa dolaşırdı. Marifeti olanlar gördüklerini yazar, yontar, çizer, boyar, besteler, yeniden yaratırdı. Fotoğraf ortaya çıkana kadar dilde gezinen tanıklıklar o kadar çoktu ki, onların yanında iyi kötü kaydedilmiş olanların sayısı yok denecek kadar azdır. Bugüne ulaşan yazılı metinler, tablolar, heykeller dışında kalan onlardan daha muhteşem hangi “yaşanmış da yazılmamış” olaylar vardı kim bilir. Bir süre dilde gezindikten sonra hepsi unutulup gittiler.


Fotoğraf ortaya çıktıktan sonra dilde gezinen ne varsa fotoğrafçının da ilgisini çekti. Her tanıklık fotoğrafın da konusu oldu. Tabii ki o kadar uzun boylu değil, yani her tanıklık, her şey değil. “Gözümle gördüm” denilen ne varsa, “Gözlerim şahittir” diye başlayan her bir sözün tanımladığı ne varsa, fotoğrafın da konusu olarak kaydedildi. Kaydedilmekle kalmadı, söze dökülen tanıklıklara verilen önemden çok daha fazla bir değer atfedildi. Sadece objektifin karşısında oldukları için fotoğrafta görünenler, kameranın ve fotoğrafçının onlara atfettiği önemi misliyle büyüten bu yeni araç sayesinde başka gözlere taşındı. Fotoğrafçı tarafından fotoğraf haline getirilmişlerse eğer vardı elbet bir sebebi, bir kıymeti, önemi.


Halbuki fotoğrafçının kamera marifetiyle dolaşıma soktuğu tanıklık, sözlü tanıklıktan ne daha fazla ne de daha az ağırlığa, değere sahiptir. İkisi de aynı rahatlıkla yalan söyler, ikisi de aynı riyakârlıkla tanıklığı suiistimal eder, ikisi de aynı kuvvette inandırma yeteneğine sahiptir. Gerçi sözün yalanı, çok daha eski olduğu, tarihin derinliklerine kök saldığı için, daha incelmiştir, saklanmayı iyi becerir ama bir o kadar da kolay deşifre edilebilir,  görüntünün yalanı yanında daha kolay kendini ele verir. Halbuki görüntünün yalanı öyle mi ya.
Fotografik görüntü oluşturmanın kolaylaştığı, herkesin sadece kendisi için fotoğraf çekebildiği günden beri, hatıra fotoğrafı çekenler, fotoğrafın güvenilirliğini kanıtlayan ve itibarını koruyan en önemli kesimdir. Hatıra fotoğrafı çekenler, sanatsal “yüceltimler, kavramsallaştırmalar, arındırmalar, dolayımlamalardan” uzak kaygılarla fotoğraf çektikleri için sıradan ve içten görüntüler yaratırlar. En başta kendilerine karşı dürüst oldukları için, her fotoğraf ilk elde inandırıcı bir görüntü olarak ortaya çıkar. Yaşadığı, tanık olduğu ve kalıcı olmasını istediği bir anı fotoğraflayan kişi, ortaya çıkardığı görüntüye doğal olarak güven duyar. Bu güven sadece kendi çektiği fotoğrafa değil genel olarak fotoğraflara kaşı duyulan güvendir. Hâlbuki inandırıcılık da, güvenilirlik de, ister sözle ifade edilmiş bir tanıklık olsun ister görüntüyle, her ikisinde de hangi ağızdan veya kimin kamerasından çıktığıyla ilişkilidir. Fotoğrafçının sosyal veya ekonomik durumunun çektiği fotoğrafın içerdiği tanıklığın inandırıcılığıyla ilişkisi yoktur, güven verecek unsur fotoğrafçı olarak dürüst kimliği ve saygın konumudur. Gel gör ki fotoğraf genel algıda, söze göre daha nesnel, inandırıcılığı daha yüksek bir frekansa sahiptir hâlâ. Gelip geçmiş onca sahtekâr fotoğrafçıya, bir alay düzmece fotoğrafa rağmen hâlâ fotoğrafın saygınlığından bir şeyler kalmışsa yeryüzünde, bu güne kadar gerçekleştirdikleri inandırıcı çalışmaları, güvenilir tutumları ve problemler karşısındaki saygın yaklaşımlarıyla onurlarını korumayı becerebilmiş fotoğrafçılar sayesindedir. Bir de çektikleri ve çektirdikleri hatıra fotoğraflarıyla hayata anlam katanlar sayesinde. Yoksa fotoğrafın ipliği yalancılar pazarında bile metelik etmezdi hanidir.


Kuşkusuz hem sözde hem fotoğrafta, kimin söylediği veya kimin kamerasından çıktığı, hangi mecralardan kulağa veya göze ulaştığı önemlidir, inanılır, güvenilir olmasının belirleyici unsuru budur. Fotoğraf söze göre hayli yeni olduğu için, insanların gözünde başlangıçta kazandığı güveni korumayı iyi kötü sürdürürken bir taraftan da ciddi bir aşınma yaşamaktadır. Bu aşınma memleket fotoğraf âleminin marifetiyle ve hızla yaşanmaktadır. Fotoğraf ister tam zamanlı yapılsın isterse boş vakit uğraşı mahiyetinde olsun fark etmez. Konusu insan hayatı, fırsat eşitliğinden yoksun sosyal kesimler, dezavantajlı gruplar, baskı altındaki cinsiyetler, gibi kente ait konular veya köylerde yaşanan hayatlara ilişkin kırsal mahiyette hikayeler olsun fark etmez, fotoğrafçı bu konulara objektifini çevirmeden önce bir yutkunmalı, boğazındaki dokuz boğumundan her birini teker teker saydıktan sonra işe başlamalıdır. İki kere değil, dokuz kere düşünerek. Kendisi için ve kendi adına değil, konu aldığı “ötekiler”, görünür kıldığı “başkaları”, teşhir ettiği “yaşam alanları” için kaygı taşımalı, onlar için düşünmelidir.


Tanıklıktan söz ediyoruz burada. Gözlerin tanıklığından. Gözün gördüğü her ne ise söz olup dilden de dökülür, objektiften geçip ak kağıt üstünde de belirir. Şimdi tartışmayalım, hangisi daha etkilidir, daha güçlü anlatır ve daha inandırıcıdır diye. Yaygın cümleyi tekrarlayacak olursak, hep bilinir ki fotoğraflar yalan söylemez, ortada bir yalan varsa onu söyleyen fotoğrafçıdır. Gel gör ki yaşadığımız kültürde tarihsel ve güncel gerçekle ilişkimiz ciddi bir erozyona uğratıldığı için yurdum fotoğrafçısının üstünde dik durabileceği sağlam bir zemin bulabilmek de oldukça güçtür. Bu konuda devralınmış ne bir miras vardır ne de ibret verici deneylerin sayısı bir elin parmaklarını geçer.


Kendini tek eksene bağlamış memleket fotoğrafı, her türlü toplumsal sorumluluktan azade olduğunu zannederek yıllardır izlediği yolda ruhunu da, heyecanını da, etkisini de kaybederek kapalı bir dünya yaratmış, tekrarlardan muzdarip, gayet sıkıcı bir oyunla avutmaktadır kendisini. Gözlerini ve kalbini toplumsal olana kapatarak, objektifini de gerçeğin problemsiz görünümlerine çevirerek yaratılmış bir dünyadır bu. Tercih edilen budur. Çünkü açıktan açığa ifade edilmese bile bilinir ki gerçeğin toplumsal görünümleriyle kurulan her ilişki risk taşır. Bugün Türkiye’de fotoğrafla uğraşan geniş kesimi oluşturan kentli orta sınıflar, hayattan mümkün olduğu kadar erken emekli olma kaygısı taşıdıkları için, genellikle sıradan olanı, denenmiş, onaylanmış, yarışmış, ödüllendirilmiş, belletilmiş olanı tercih ederler. Çiğnenmiş olan sakızları yani.


Risk almaktan kaçınarak hayatla kurulan her ilişki, sınırlara saygı gösterilerek atılan her adım, sıradanlığın içinde kalmaya mahkûmdur. Bu zihniyet ve bu kısıtlı muhayyile marifetiyledir ki, yaşamın her alanında görünen iyi kötü ne varsa estetize ederek yeniden üretmeyi önemseyen, hatta birinci vazife kabul eden fotoğraflama tarzı, bugünkü Türkiye fotoğrafının eksenidir.


Peki objektifini toplumsal konulara çevirmiş fotoğrafçı, vesile olmaktan öte nasıl bir maksat taşır tanıklığını yansıtırken? Özel bir durumun toplumsal uzantılarını fotoğraflayarak o sorunun kamusallaşmasına, görünür kılınmasına vesile olmak, içinde sanat ateşi yanan fotoğrafçıyı ne kadar tatmin eder? Bu soruların cevabı tamamen fotoğrafçının dünyayla kurduğu ilişkiye ve hayattan beklentilerine bağlıdır. Kuşkusuz kendini merkeze koyan ve yeryüzündeki her şeyin fotoğraflanmak için var olduğunu düşünen, en çok da kendisinin fotoğraflaması için olup bittiğine inanan kişilik için söyleyecek fazla bir söz yok. Ne yazık ki fotoğrafçılık, bu ruh halinin ihtiyaçlarına en kolay cevap verebilen alanlardan biri, camiada ödülünü de, övgüsünü de, madalyasını da, beratını da hemen getirmesi ise cabası.
Toplumsal temaların sanat ateşini söndüremeyeceğini düşünmek ise fotoğrafçıların esaslı arazlarından biri. Gerçi doğruluk payını teslim etmek gerekir. Aslına bakılırsa günümüze kadar gelebilmiş olan eserler değil sadece, en büyük sanat yapıtları da hep toplumsal mevzulardan kâm almış öyle doğmuştur da söylenmez. Teslim edilmesi gereken doğruluk payı ise şudur: Toplumsal konular sanat ateşini söndürmez, tam tersine fotoğrafçısını da içine alarak yakar, pişirir, öyle bırakır.


Belgesel fotoğrafçı yaşadığı toplumun problemli alanlarını, sistemin arızalarını, eşitsiz yapının dezavantajlı gruplarını, risk altındaki insanları görmeye ve göstermeye başlamışsa durum vahimdir. Çünkü küçük tatminlerin, cılız övgülerin, kifayetsiz yorumların, sergi salonlarının, yarışmalı ortamlarda biçilen değerlerin ruhunu çürüteceğini fark etmiş demektir. Her radikal kopuş heyecanlı bir başlangıç değilse de çoğunlukla öyledir. Fotoğrafçı görünür kılacağı başka hayatları çekerek kendisine bir problem alanı da yaratmış olur. Çektiği fotoğraflarla İstese de istemese de sürece etkide bulunmuş, meseleye dahil olmuştur. Arsızlık yaparak görüntüleri alıp kaçan, geriye dönüp fotoğrafladığı problemli alanda ne olup bittiğine bir daha bakmayan fotoğrafçı sayısı oldukça kabarıktır. Bir toplumsal konuyu ele alıp onu görür kılma hakkını kendinde bulmak için iyi niyet yetmez. Çünkü hep bildiğimiz gibi “iyi niyet” ne fotoğrafa dâhildir ne de fotoğrafçının maksatları arasında manalı bir yere sahiptir.


Fotoğrafçılar, kullandıkları aletin yapısı gereği, etraflarında gördüklerini ayıklama yaparak kaydederler. Seçerler. Seçmek, tercih etmektir. Çevreyi kuşatan sonsuz görünümlerden ayıklayarak bir görüntü oluşturmak için peş peşe bir dizi karar vermek gerekir. Fotoğrafçı göstermek istediklerini fotoğraf olarak kaydederken ötekileri kayıt dışı tutmakla yok etmiş olur. Kaydetmek önem vermektir. Sadece fotoğrafçısının değil, fotoğrafa bakanın zihninde de, “değerli bulunarak kaydedilmiştir” ön kabulünü yaratır. Fotoğrafçı değer verdiği için çekip sunduğu her görüntüde “Bu oldu ve ben böyle gördüm,” demektedir. “Bir şey gördüm, onu anlatmaya değer buldum ve böyle anlatıyorum.” Fotoğrafçının ne anlattığı kadar nasıl anlattığı da önem kazanır burada.  Bu nedenle zaten, objektifini toplumsal konulara çevirmiş fotoğrafçı, anlatmayı vazife edinmeden önce anlama macerasını öncelikle gözetmelidir. Gerçeği sorgulama ve anlama gayreti, zahmetli olduğu kadar riskli bir alandır, sancı verir.  
Güzel bir görünümü fotoğraf haline getirmek, kuşu, çiçeği, gün batımını fotoğraflamak faydalı uğraşlardır. Sıradan görünümlerden ayrıcalıklı görüntüler yaratmak, güzellikler çıkarmak da öyle. Marifet ister, iltifata tabidir, müşterisi de halen bulunduğu için zayi değildir. Ancak fotoğrafçının zihni, çirkin bir yerden, kötü bir ortamdan, zararlı bir durumdan güzel görüntü yaratmak için çalışıyorsa gerçekle ilişkinin hiç sorgulanmadığı arızalı bir işleyiş var demektir.
Fotografik güzelliklerin peşinde koşmakla, toplumsal bir durumun, insani problemlerin fotoğrafını çekmek farklı şeylerdir. Her iki tarzın fotoğrafçısı da farklı sorumluluklar taşır. Farklı donanımlara, duyarlılıklara sahiptirler. Fotoğrafı çekilen toplumsal durum, o durum karşısında fotoğrafçının taşıdığı kaygılar, o ortamda yaşayanları anlama gayreti, onlara karşı taşınan sorumluluk, toplumsal belgeci fotoğrafın ortaya çıkışında temel öneme sahip unsurlardır. Işık olmadan fotoğraf nasıl olmazsa, bu vasıfları yok sayarak toplumsal konularda söz kuran fotoğraf da olmaz. Böylesine varoluşsal bir durumdur yani.


Günümüzde toplumsal ya da bireysel ne varsa hepsini araçsallaştıran ve aynı başlık altında toplayarak tekleştiren zihniyet, sınırlı muhayyilenin ürünüdür. Kuşkusuz farklı fotoğraflama yöntemleriyle aynı konular işlenebilir. Yaratıcı/soyut fotoğrafla toplumsal mevzular, doğrudan fotoğrafla grafik mucizeler gösterilebilir. Ancak her ikisi de aynı maksatla yola çıkmış olsalar bile farklı yöntemleri olan, işleyişleri farklı süreçlerin sonunda menzillerine ulaşırlar. Farklılıkların ve çoğulculuğun tümüyle yok edilmeye çalışıldığı, totaliter zihniyetin egemen olduğu ortamlarda ise fotoğrafın, salt güzel, ilginç, çarpıcı görüntüler taşıması istenir. Sanatı kutsal bir amaç sayan anlayış, sanatçı payesine susamış ödül avcısı, şöhret meraklısı fotoğrafçıların ortamını yaratır. Sorumluluk, kaygı, gerçek, dürüstlük, aslına sadakat gibi konular bu ortamdaki fotoğrafın mevzuları arasında değildir.


Toplumsal konulara çevrilmiş objektifin arkasındaki akıl ve ruh ise, yaygın olan bu anlayıştan beslenmediği gibi başka dertlerden muzdariptir. Mesela ele aldığı konu karşısında taşıdığı sorumluluk nedeniyle fotoğrafçı, görüntülerin önüne geçerek, “Bunu ben yaptım, ben çektim, benim fotoğrafım, ödüllerim, mükafatlarım, başarılarım, dünyada tescilli ünvanlarım, işte ben…” şeklinde naralar atmaz. Böyle bir şeye ihtiyaç duymadığı gibi, o fotoğrafları çekerken taşıdığı amaçlardan bir tanesi bile bunlardan herhangi biri değildir. Anlayış meselesi. Beklenti mevzusu. Mesela, marifeti esas alan ve fotoğrafçısının sanatçı ruhunu, üstün estetiğini taşısın diye üretilen görüntülerde gayet doğal olan ve hiç de yadırganmayacak bu beklentiler, toplumsal konuları belgesel yöntemiyle çeken fotoğrafçılar için gündem dışıdır. Ayrı tutulmalıdır. Maksatları, fotoğrafçısının marifetini göstermek olan fotoğraflar da fotoğrafçılar da, her türlü haklı övünmeyi pekâlâ dillendirebilirler. Toplumsal belgeciler için öyle değil ama. Ele aldığı konuda tanıklığını çoğaltmak, değiştirmek, iyileştirmek için, durumu görünür kılıp kamusallaştırmak için, fotoğrafçının tanıklığını ve tutumunu ifade etmek için çekilen fotoğraflar, daima önde durur. Hem de, fotoğrafçısının görünmesini engelleyecek kadar önde.


Menzile ulaşmak için izlenecek yol maksada uygun olmalıdır.
Ayrıca programımızda Antoine d'Agata'nın fotoğraf öyküsüne yer verdik.
 
d'Agata'ya ait bir seçkiyi aşağıda bulabilirsiniz.
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder