16 Şubat 2011 Çarşamba

AMA-Program No :22 Yayın Tarihi - 17 Şubat 2011 Perşembe

Bu hafta programımızda, bisikletiyle beş parasız, Türkiyeyi dolaşıp fotoğraflar çeken, sergiler açan, fotoğrafçı Hasan Söylemez'i ağarlıyoruz. Yaptığı bu yolculukta kendisine İzmir'de sergisinin hazırlıklarını yaparken yetiştik.



Hasan Söylemezin bu seyahatinin bir özeti ve çektiği fotoğraflardan bir seçki aşağıda. Bunun yanısıra yazdığı yol hikayelerinden bazıları yine blogumuzda. İyi seyirler.


İSTANBUL'da geçen temmuz ayında banka kartlarını kırıp son parasını da çocuklara dağıtarak cebinde tek kuruş olmadan bisikletle Türkiye turuna çıkan gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez, 8 ayda 8 bin  kilometre yol katetti.  Yolculuğu boyunca iki kez ölümden dönen Söylemez, çektiği fotoğraflarla da değişik illerde sergiler açtı. Yolculugu boyunca  geceleri çadırda konaklayan Hasan Söylemez, sergilerden elde ettiği geliri de kanserli hastalara ve köy okullarına bağışladı.

İstanbul'dan başlayarak Türkiye'nin sınır bölgelerini bisikletle dolaşmak için yola çıkan Hasan Söylemez, yaklaşık yedi aydır cebinde tek kuruş olmadan geziyor.






























İki kız kardeşin geçimsizliğinin sonu…

Bir zamanlar düz bir ovada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bu iki kız kardeş bir birleriyle hiç geçinemezlermiş. Bir gün ihtiyar baba çalışamayacak duruma gelince çaresiz kalıp kızlarını odun toplamaya göndermiş. İki kız kardeş gittikleri yerde yeterince sobada yakacak odunu toplamışlar. Sonra abla odunları küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve eve doğru yola koyulmuşlar. Biraz yol gittikten sonra beli ağrıyan küçük kız ablasına;
-      Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı!
Diye seslenmiş. Abla küçük kardeşin bu sesine kulak asmamış ve yoluna devam etmiş. Biraz daha gitmişler küçük kız yine ablasına seslenmiş ama ablası hiç oralı bile olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış ve ablasına;
-      Abla abla, senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın, belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun. Demiş.
Ablası durur mu? O da küçük kız kardeşine vermiş veriştirmiş.
-      Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun. Saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.
Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş... Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş…
Doğu’da yaşayanlar bilirler. Uzun kış gecelerinde büyükler tarafından bu ve buna benzer efsaneler çok anlatılırdı. İki kız kardeşin geçimsizliğini, iki dağa dönüştüren sonları da Ağrı Dağı ile ilgili anlatılan efsanelerden biridir. Dört mevsim boyunca zirvesindeki karların erimediği, Ağrı Dağı’nı avucunun içi gibi bilen İskender Iğdır dâhil birçok dağcıyı yutan, hakkında şiirler, şarkılar yazılan bu dağın, aynı zamanda eteklerinde Nuh’un gemisini sakladığına da inanılır…

Ağrı Dağının eteklerini bisikletle tırmanmak
İsminden dolayı herkesin Ağrı ili sınırları içinde yer aldığını düşünmesine rağmen Ağrı Dağı’nın yüzde sekseni Iğdır sınırları içindedir. 5137 metre yüksekliğiyle; Türkiye, Nahçıvan, İran ve Ermenistan olmak üzere dört ülkeden izlenebiliyor. Ancak Iğdır’da kaldığım üç gün boyunca hava sisli olduğundan dolayı bu güzelliği tam anlamıyla göremiyorum. Iğdır’dan Doğubayazıt’a gitmek için öncelikle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanmam gerekiyor. Hafif eğimlerle başlayan yaklaşık 25 km’lik rampayı, Doğubayazıt’ta çekeceğim Ağrı Dağı fotoğraflarını hayal ederek pedallamaya başlıyorum. Puslu havada dağ eteklerinde tek sıra halinde ilerleyen koyun katarlarını izlerken ilk 10 km’yi arkamda bırakıp bir jandarma kontrol noktasına geliyorum. İşte burada yolculuğumun ilk kimlik kontrolü yapılıyor. Yolda çoban köpeklerine dikkat etmem konusunda uyarılarda bulunan nöbetçi askerler, mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra kimliğimi verip beni gönderiyorlar. Askerler beni çoban köpekleri konusunda uyardıktan sonra bu bölgedeki çoban köpeklerinin ne kadar saldırgan olabildiklerini düşünüyorum. Daha önce de karşılaşmıştım bu köpeklerle. Uzaktan çok vahşi görünmelerine rağmen yanlarına gidip sevdiğin zaman kuzu gibi oluyorlar. Ancak hepsi aynı değildir. Bazıları o kadar saldırgan ki, sahibi bile zapt etmekte güçlük çekebiliyor. Peki ya rampa tırmanırken bu saldırgan olan köpeklerden biri gelse ve yakınlarda sahibi de görünmüyorsa o zaman ne yapacağım? O korkuyla saate 8-9 km’yle çıktığım rampayı 20 km’le çıkarım. Hayır, olmaz. Yine yetişir ve ben nefes nefeseyken ısırır beni. O halde bisikletimin yönünü aşağı doğru çevirir, güçlükle çıktığım bu rampayı saatte 50 km hızla aşağı inerim… İşte böyle kafamda senaryolar kurarak rampa yukarı pedal çevirirken, uzaktan havlayarak bana doğru koşan bir çoban köpeğinin gerçekliğiyle irkiliyorum.
İstediğimiz kadar acil durumlarda neler yapacağımızla ilgili çok ince planlar yapalım o anı yaşamadan nasıl hareket edeceğimize karar veremeyiz. O anı yaşadığınızda saliseler içinde aklınıza öyle bir fikir gelir ki, yaptığınız onca planın havada kaldığını görürsünüz. Ve aklınıza gelen o fikir en doğru fikirdir. Bazen de hiçbir şey düşünemezsiniz donup kalırsınız. Bazen de hiç beklemediğiniz bir olay gerçekleşerek sizin kurtuluş biletinizi keser… Peki, ben o anda ne mi yaptım? Sadece durdum ve neler olacağını beklemeye başladım. Benim durduğumu gören çoban köpeği de durdu ve bir süre durduğu yerden havlamaya devam etti. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gitti ve ben de rahat bir nefes aldım…

‘’Oyun arkadaşları koyunlar ve köpekler, oyuncakları ise çamur ve taşlardır’’
Koçerleri bilir misiniz? Koçerler Yüzyıllardır Doğu ve Güneydoğu’daki yaylalarda hayvancılık yaparlar. Hayvancılıktan elde ettikleri; et, süt, yağ, yoğurt, yün vs. ile Türkiye ekonomisine de ciddi katkılar sağlıyorlar. Doğu’da yolculuk yaparken her an bir Koçer çadırı görmeniz mümkündür. Yerleşik bir hayatları olmadığı için çocuklar o çadırlarda doğar ve büyür. Birçoğu okula gidemez, yüzlerine baktığınız da masumiyeti ve o saf temizliği görürsünüz. Elbiseleri yırtıktır, ayaklarında ya bir terlik ya da bir lastik ayakkabı vardır. Oyun arkadaşları koyunları ve çoban köpekleridir. Oyuncakları ise çamur ve taşlardır. Hallerinden hiçbir zaman şikâyetçi değillerdir çünkü bizim yaşadığımız şatafatlı hayat onlara çok uzak ve çok yabancıdır. Gözlerinde mutluluğun sonsuz ışığını görürsünüz. Onlar Koçerlerdir, konup göçerler. Yaylaları, otları, soğuk suları onlara sorarsınız. Her koyuna bir isim vermişlerdir. Biz konuşarak bile anlaşamazken onlar dili olmayan bu hayvanlarla müthiş bir iletişim kurarlar…
İşte Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanırken bir Koçer çadırı görüyorum. Bisikletimi yol kenarına bırakıp çadıra doğru gidiyorum. Çadırın erkekleri hayvanları otlatmaya götürdüğü için çadırda sadece iki küçük kız çocuğu ve anneleri var. Bir de çadırın az ilerisinde yere çakılı bir kazığa bağlı hasta bir köpek var. Ben hemen bu sevimli çocukların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Yüzlerindeki tebessüm utangaçlıklarıyla karışıyor, en küçük çocuk elindeki haşlanmış patatesi kabuğuyla kemirerek annesinin arkasına saklanıyor. Büyük çocuk ise en masum gülücükleriyle mutluluğunu içime işliyor. Çocukların annesi de bizi izleyip gülümsüyor. Sonra bana hoş geldin deyip çadıra girerek bir tas ayran getiriyor. Ayran aslında bardaktan değil tastan içilir. Köylerde ve kırsal yerlerde kimse size bardakta ayran vermez. Çünkü bu bir gelenektir. Yüzyıllardır ayranı tastan içerler. Bardak sonradan onların hayatına girmiştir ve o da sadece çay içiminde kullanılır…
Ağrı Dağı’nı sol tarafıma alıp demir atımla Doğubayazıt’a doğru gitmeye devam ediyorum. Hava yine hafif sisli ve bulutlar bir peçe gibi gizliyor Ağrı Dağı’nın zirvesini. Koyun sürüleri otluyor dağın eteklerinde, çevredeki köylerin bacalarından yükselen dumanlar ise kardeşlerin birbiriyle iyi geçindiğini müjdeliyor…


Hava souğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum
Doğubayazıt’ın girişinde bisikletimi yol kenarına çekerek, termosumdan çay içip kumanyamdaki ekmek arası domates ve peyniri yiyorum. Sonra Doğubayazıt’a girip İshakpaşa Sarayına çıkan taş parkeli yolu kullanarak tekrar rampa tırmanmaya başlıyorum. Bir saat 15 dakika pedal çevirmenin ardından İshakpaşa Sarayının 100 metre altında bulunan Murat Kampinge varıyorum. Beni kapıda işletme sahibi Murat Şahin ‘’Welcome’’ diyerek karşılıyor. Ben ise ‘’Hoşbulduk’’ diyerek cevap verince gülümsemeye başlıyor. Murat abiye burada çadır kurmak isteğimi ama paramın olmadığını söylüyorum. Elini sırtıma vurarak ‘’Paranın hiç önemi yok, istediğin yerde çadırını kurabilir ve istediğin kadar kalabilirsin. Ama önce gel bir çay iç ve dinlen.’’ Diyor. İçeri geçip çayımızı içtikten sonra birlikte dışarı çıkıyoruz ve bana rüzgarı daha az hissedeceğim bir yer göstererek çadır kurmama yardımcı oluyor. O akşam aç olan karnımı da Murat abi doyuruyor. Murat Şahin Doğubayazıt’lı. Ağrı Dağına tırmanmak isteyenlere; İngilizce, Almanca, Rusça ve Farsça rehberlik yapıyor. Bugüne kadar 300’ün üzerinde zirve yapan Murat Şahin 2010’da da Ağrı’ya 15 zirve yapmış… Hava bozup yağmur yağmaya başlayınca çadırıma giriyorum. Termosumda sabahtan kalan ılık çayı içerken yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Hava soğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum…

‘’Zindanlarda çığlık atan tutuklulula ve kapıdaki muhafızlar!’’
Ertesi sabah uyandığımda çadırın tavanının neredeyse yüzüme yapışacak kadar aşağı çöktüğünü görüyorum. Gece yağan yağmur çadırın üzerinden baskı yapmış, toprak ıslanmış ve çiviler de gevşeyince gergin olan çadır büzüşerek o hale gelmiş. Hemen çadırı eski haline getirip Murat abinin ikramıyla kahvaltı yapıyorum. Hava açık ve güneşli, öğleden sonra da böyle devam ederse İshakpaşa Sarayı’nın kuzeyindeki yüksek dağa çıkıp yumuşak bir ışıkla Ağrı Dağını yüksek bir yerden fotoğraflayabileceğim. Ancak şansım burada da yaver gitmiyor. Güneşli hava bir anda yerini rüzgara ve yağmura bırakıyor. O gün akşama kadar hava bir açılıp bir kapanıyor. Ben de bu sırada İshakpaşa Sarayını gezme fırsatı buluyorum. İshak Paşa Sarayı, İstanbul Topkapı Sarayından sonra Osmanlı devletinin lale devrinde yapılan sarayların en ünlüsüdür. Bu saray 1685 yılında İshak Paşanın babası Çolak Abdi Paşa tarafından yapımına başlanmış, 1784 yılında ise oğlu İshak Paşa tarafından tamamlanmıştır. Som altından yapılan kapısı 1917 rus işgalinde sökülüp götürülmüş ve hala devam eden görüşmelerde kapının Türkiye’ye iadesi konusunda bir sonuç alınamamıştır. Lise yıllarında bize tarih derslerinde dünyanın ilk kalorifer sisteminin bu sarayda yapıldığı anlatılırdı. Hatta çeşmelerinden süt aktığının bile rivayet edildiği söyleniyordu. Ben de sarayın içini orada hala insanların yaşadığını hayal ederek geziyorum. Sarayın avlusunda bekleyen insanlar, selamlık dairesinde paşanın misafirlerini yolcu edişi, haremdeki kadınların aynalar karşısında süslenip birbirleriyle güzellik yarışına girmeleri, camide cemaat halinde namaz kılanlar, pencerelerden şehri izleyen saray sakinleri, mutfakta saray aşçılarının yemek pişirmeleri, erzak odalarını dolduran işçiler, hamamda yıkananlar, kütüphanede ders çalışan öğrenciler, zindanlarda çığlık atan tutuklular ve kapıdaki muhafızlar… İshak Paşa Sarayından dışarı çıktığımda saray önünden geçen insanları, seyyar satıcıları ve dilencileri görmeyi beklerken büyük bir sessiliğin içinde buluyorum kendimi…
‘’İnsanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum’’
Sonraki gün çadırımı toplayarak önce Tendürek dağını aşıp Van’ın Çaldıran ilçesi üzerinden Muradiye’ye geçmek üzere yola koyuluyorum. Rüzgar sakallarımı ve yüzümü okşarken İshak Paşa Sarayının yılan gibi kıvrılan taş parkeli yokuşundan, hiç pedal çevirmeden Doğubayazıt’a iniyorum. Bana el sallayan, selam veren ve gülümseyerek bakan insanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum. İlçe merkezinden uzaklaştıkça tarlalarda çalışan insan manzaralarını, toprak evleri ve yakacak olarak kullanılan tezek kümelerini izliyorum. Yol üzerindeki köylerden çay içmeye, yemek yemeye davet eden köylülerin samimiyetiyle bacak kaslarıma dolan enerjiden güç alarak Tendürek dağını tırmanıyorum. Yüzyıllar önce kusan bu dağın etrafa saçtığı lavlar tıpkı çöplere dökülen taş kömürü külü gibi duruyor. Bu öyle büyük bir kül çöpü ki, milyonlarca kamyon hiç aralıksız çalışarak kül taşısa yine bunu başaramaz. İşte Tendürekten geçerken yaratıcının o muazzam gücüne bir kez daha şahit oluyorum…
Muradiye Şelalesi ve köprüden geçen gelin!
Tendürekten Muradiye’ye giderken sadece Jandarma Kontrol noktasında duruyorum. Akşam karanlığına kalmamak için hiç mola vermeden demir atımı Muradiye Şelalesine sürüyorum. Bu şelale Tendürek dağından kaynağını alan Bend-i Mahi çayı üzerindedir. Bu çay Tendürek dağlarından doğduktan ve Çaldıran ovasını suladıktan sonra Muradiye ilçesinin kuzeybatısında, küçük çaplı şelaleler oluşturuyor ve Muradiye Şelalesinin bulunduğu yere geliyor. Daha sonra ise, Muradiye ovasını takip ederek, Van gölüne dökülüyor. Şelale suları çok yüksekten düşmemiş olmasına rağmen, suların oldukça kuvvetli akması nedeniyle, güzel bir görüntü sunuyor. Suların düşme yüksekliği: 15-20 metre arasında değişiyor. Adını ise Bağdat seferi sırasında, burada konaklayan Sultan IV.Murat’tan almıştır. Şelalenin oluşturduğu vadinin üzerinde bir asma köprü yapılmış ve yörede yeni evlenen çiftler bu köprüden geçerek kendilerine şans getireceğine inanırlar. Tesadüf bu ya ben de tam oraya gittiğimde yeni evlenen bir çiftin köprüden geçişini görüp fotoğraflıyorum.
Geceyi çadırda geçirmek için hazırlıklarımı yaparken şelalenin yanında bulunan kahvehaneden bir kişi gelerek; istersem gece onlarla birlikte kahvehanede kalabileceğimi söylüyor. Havanın da soğuk olması onların bu teklifini bana çok cazip kılıyor ve çadırımı toplayıp kahvehaneye geçiyorum. Bana ısmarladıkları sandviçle karnımı da doyurup, Muradiye Şelalesinin sesini dinleyerek rahat bir uykuya dalıyorum...

Van Gölü’nde yüzen göz bebeklerim!
Artık Doğu Anadolu bölgesinin en büyük vilayeti olan Van’a gitmenin vakti geliyor. Daha önce Çıldır Gölüne yaklaşırken yaşadığım heyecana benzer bir heyecanı yaşıyorum pedal çevirirken. Ufak tefek rampaları aştıkça kalp atışlarımın ritmi de gittikçe artmaya başlıyor. Aslında denize olan özlemimi Van gölünün eşsiz güzelliğiyle gidermenin heyecanıdır bu. Önce Bend-i Mahi çayındaki sazlıklarda balık tutan balıkçıları görüyorum. Ardından mavinin en güzel tonlarıyla insana huzur veren Van gölü çıkıyor karşıma. Hemen bisikletimden inip bir kayanın üzerine çıkarak kollarımı açıyorum ve göz bebeklerimi o eşsiz maviliklerde yüzdürerek ruhen ve bedenen gevşiyorum… İçimde pır pır eden kuşu azat edip yükleniyorum pedallara ve karşıma çıkan rampaları nasıl geçtiğimin farkına bile varmadan kendimi Van’ın içinde buluyorum. İlk olarak iskeleye gidip bir çay bahçesinde oturarak göz bebeklerimi Van denizinde bir kez daha yüzdürüyorum. Sonra Anadolu Ajansının Van muhabirliğini yapan arkadaşım Ahmet İzgi’yle buluşuyoruz. Van’da kaldığım dört gün boyunca da Ahmet’in misafiri oluyorum…
Van
Van Urartulardan kalan bir şehirdir. Urartuların başkenti olan Van’ın o zamanki adı Tuşba imiş. Bölgedeki kazılarda bulunan kalıntılar; Van’ın tarihinin M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzandığını gösteriyor. Şehir, bu zaman dilimi içerisinde birçok medeniyete de ev sahipliği yapmış. Van Gölü ise Türkiye'nin ve dünyanın en büyük soda gölüdür. Gölün suyu çok tuzlu ve sodalıdır. Yani normal deniz suyundan 6 kere daha tuzludur. Gölün sodalı ve tuzlu suyunun cilt hastalıklarına iyi geldiği söylenmektedir. Hatta ben bunu bizzat yaşadım. 1999 yılında vücudumdaki kaşıntılara ilaçlar çare olamazken Van Gölü’ne girdikten sonra kaşıntıların bir hafta içerisinde geçtiğine şahit oldum.
Van Gölü'nün deniz yüzeyinden yüksekliği, 1720 m, Yüzölçümü 3765 km2’dir. Yani Marmara Denizi'nin 3/1 i kadardır. Göl Nemrut Dağı'nın patlaması sonucu oluşan Set Gölü'dür. Eski sınırları Muş Ovası'na kadar uzanmaktaymış. Ancak bazı evreler sonucu bugünkü halini almış. Her mevsim, her saatte farklı bir renk alan, gündoğumu ve günbatımının muhteşem olduğu bu gölü herkesin görmesi gerekir. Van deyince akla kahvaltı gelir. Sadece Van’da değil, Türkiye’nin birçok ilinde Van kahvaltı salonlarına rastlamak mümkündür. İşte Van’ın yerel lezzetler sunan mutfağının önemli bir kısmını da bu kahvaltı salonları oluşturuyor. Kentin hemen hemen her sokağında bulunan kahvaltı salonlarında kendine özel masaları, kaymak, bal, otlu peynir ve tereyağı gibi doğal ürünler donatıyor…

Van kedileri sağır olurlar!
Türkiye’de kediden bahsederken ilk akla gelen türlerin başında Van Kedisi gelir. gözleri her ikisi mavi, her ikisi kehribar veya bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olmak üzere üç çeşit olabiliyor. Ama son yıllarda nesli tükenmek üzere olduğundan dolayı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi onları koruma altına almak için üniversite kampüsünde bu kediler için özel bir ev yapmış. Van’a gelirken özellikle bu kedilerin fotoğraflarını çekmek istiyordum. Hani diğer kediler gibi değiller ki her sokak başında karşılaşmanız mümkün olsun. Kendi memleketlerinde bile kolay kolay rastlayamazsınız bu kedilere. Ben de üniversiteden özel izin alarak şu meşhur kedi evine giriyorum. Daha içeri girer girmez etrafımı onlarca kedi kuşatıp sırnaşıyorlar. O kadar nazlı ve özenliler ki, onlara dokunmak istediğiniz anda hemen uzaklaşıyorlar. Madem uzaklaşacaksın ne diye sırnaşıyorsun diye sormak istersiniz ama o zaman da şöyle bir gerçeğin farkına varırsınız. Van Kedileri genelde sağır olurlar. Yani ona bir isim verseniz ve o isimle kediyi çağırsanız sizi duymaz. Van kedilerini diğer kedilerden ayrılan ilginç bir özelliği daha vardır. Bu kediler suyu çok severler ve yüzerler. Eğer suya doğru gidiyorsa, bu zorunluluktan değil, sadece zevktendir… Kedi evinde çekim yaptıktan sonra bisikletimle tekrar şehir merkezine dönerken yolda lise arkadaşım Serdar’la karşılaşıyorum. Beni bisiklet üzerinde ve Van’da görünce önce şaşırıyor sonra sevinçle boynuma sarılıyor. Serdar, Van’ın bir köyünde öğretmenlik yapıyormuş. Onu gördüğüm sırada köy dolmuşunu bekliyordu. İkimizin de vakti olmadığı için sadece ayaküstü hasret giderip ayrılıyoruz…
‘’Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun zevkine varamazlar!’’
Van’ı çevreleyen yüksek dağların zirvesindeki karlar, doğunun sert kışına yakalanacağımın habercisi gibi görünüyor. Fazla vakit kaybetmeden kendimi önce Hakkari’ye oradan Şırnak’ın Cizre ilçesine atmam gerekiyor. Ancak Cizre’ye ulaştığımda hava sıcaklığındaki değişikliği hissedebilirim. Aksi takdirde yüksek rakımlı bu bölgede geçirdiğim her dakika benim aleyhime işliyor. Bir sabah uyandığımda şiddetli kar ve tipiden dolayı bu bölgede mahsur kalma ihtimalim çok yüksek. Beni kışa yakalanmaktan başka ne yolların zorluğu ne de ıssız dağlar endişelendiriyor. Bir an önce yola çıkmak için hazırlıklarımı yapıyorum ve Van’ın en yüksek ilçesi olan Başkale’ye doğru pedallara asılıyorum. Van’dan çıkabilmek öyle kolay değil, öncelikle 2225 rakımlı Kurubaş Geçidini aşmam gerekiyor. Ardından 2730 rakımlı Güzeldere Geçidini de aşınca ancak 2460 rakımlı Başkale ilçesine varabilirim. Kışa yakalanma korkusu bana bu yüksek rampaları öyle bir tırmandırıyor ki, sanki peşimden beni kovalayan bir sürü çoban köpeği var gibi. İlk rampayı tırmandıktan sonra yol kenarındaki büyük bir kayanın üzerine çıkıyorum. Termosumdan bir bardak sıcak çay içerek, ayaklarımın altında kalan Gürpınar’ı ve etraftaki yüksek dağları izliyorum. Sonra kendimi ödüllendirmek için bisikletime binip kendimi aşağı doğru salıyorum. Evet, saatlerce süren tırmanışların ödülü hep 10 dakikalık inişler oluyor. Daha önce anlatmıştım; bu öyle bir haz ki, 10 dakika içinde kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz… Gürpınar – Başkale yol ayrımına geldiğimde yol kenarında öğle yemeği yiyen çobanlara rastlıyorum. Beni sofralarına davet eden bu çobanlarla otlu peynir, zeytin ve tandır ekmeği yiyoruz. Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun tadı ve zevkinin verdiği mutluluğu yakalayamazlar…

Hayat sürprizlerle doludur
Akşam karanlığına kalmadan Başkale’ye yetişmem gerekiyor deyip tekrar yola devam ediyorum. Dağlarda sarının her tonuna rastlamak mümkün. Dağ eteklerinde ise bahardan kalan son yeşillikleri büyük bir iştahla biçen koyunlar var. Güzelsu beldesine yakın bir yerde arka tekerimin patlaması beni biraz oyalıyor ama hala Başkale’ye varma ümidimi yitirmiyorum. Ta ki, Güzeldere geçidine çıkan 33 virajda arka tekerin iki defa daha patlamasına kadar. Burada en az bir saat vakit harcıyorum. Çevrede hiç yerleşim yeri yok, ve karanlık birazdan çökmek üzere. Bu rampayı tırmanmak ise en az iki saatimi alır. Bu saatten sonra bisikletle Başkale’ye varmamın imkanı yok. O halde ne yapabilirim? Yoldan geçen araçlardan yardım isteyebilirim. Yalnız bir sorun daha var. Akşam olduğu için yoldan 10 dakikada bir araç geçiyor, tek tük geçen kamyonlar ise hınca hınç dolu ve rampada durmak onlar açısından büyük bir risk oluşturuyor. Bir taşın üzerinde oturup çaresiz beklemeye başlıyorum. Yaklaşan araba ışıklarını görünce ayağa kalkıp el sallıyorum ama duran yok. Duranlar ise küçük otomobiller, onlara da bisikleti bindiremiyoruz. Yaklaşık bir saatlik beklemeden sonra nihayet bir kamyon biriket yüklü olmasına rağmen duruyor. Bisikletimi arkaya iple bağlıyoruz ve geri kalan 20 km’lik yolu kamyonla giderek Başkale’ye varıyorum.
Ben yolda kalınca Van’daki arkadaşım Ahmet’i aramış karanlıkta Başkale’ye varacağımı söylemiştim. O da sağ olsun oradaki öğretmen evinde bana yer ayırttırmıştı. Öğretmen evine gittiğimde öyle bir sürprizle karşılaşıyorum ki resmen afallıyorum. En son 13 yıl önce Muş Anadolu Lisesi’nde resim derslerime giren öğretmenim İsmet Samsa’yla karşılaşıyorum. İsmet hocam bu öğretmen evinin müdürlüğünü yapıyormuş. Burada sürprizlerle karşılaşmaya devam ediyorum. Lise arkadaşlarımdan Senem’in de burada öğretmen olduğunu öğreniyorum. Uzun bir aradan sonra eski bir arkadaş ve öğretmenle karşılaşmak müthiş bir duygu. Başkale’de onlarla üç gün geçiriyorum. Daha sonra tekrar demir atıma binerek Zap suyunu akışına doğru takip edip Hakkari’ye geçiyorum.
 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder